KARADAVUT  
 
  Yeni Türk Edebiyatı 21.05.2025 22:53 (UTC)
   
 
 
VAROLUŞÇU EDEBİYAT KURAMI
 
“Fransızcada Exister-Var olmak kelimesinden gelen Exitansialisme 1945-1960 yılları arasında yoğunluk kazanan bir felsefe ve buna bağlı olarak gelişen bir sanat ve edebiyat akımıdır”.[1] En önemli temsilcileri Almanya’da; Martin Heidegger, Karl Jaspers, Fransa’da Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau -Ponty olmuştur.
“Tam manasıyla genel geçerliliğe sahip bir tanımı yapılamayan varoluşçuluk hakkında ki tanımlamalar kuramın belli bir yanına parmak basmaktadır. Weil’e göre bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizm, Benda’ya göre usdışılık, Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir. Varoluşçuluğun bütün temel özelliklerini kapsayan bir tanım Jean-Paul Sartre’e göre mümkündür. Sartre’e göre; her nesnenin bir özü birde varlığı vardır. Öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. Varlık ise dünyada aktif olarak bulunuş demektir. Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır. Örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşır. Hıyarlar, ancak hıyarlık özüne göre hıyar olurlar: Bu düşünüş köklerinin dinden alır. Bir ev kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. İnsanda ise varoluş özden önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Dünyaya atılarak, orada acı çeker, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır. Görüldüğü üzere Sartre’da varoluşçuluk hakkında tam manasıyla bir tanım yapmamış, sadece birkaç özelliğine değinmiştir. Sartre’in bu düşünceleri Jaspers, Heidegger gibi varoluşçular tarafında kabul görmemiş ve anlaşmazlığa düşmüşlerdir”[2].
Varoluşçuluğun tümel bir tanımı yapılabilir mi? sorusuna Heinemann olumsuz bir cevap verir: “Hayır! Varoluşçuluğun gerçek bir tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişikliğe uğramayan bir felsefe yoktur. Bu sözcük, aralarında derin ayrımlar bulunan çeşitli felsefeleri gösterir.
20. yüzyılda Avrupa’da yaşanan savaşlar neticesinde toplumların sosyal ve psikolojik açıdan bütün dengeleri sarsılmış. Katliamlar, sürgün, işkence ve toplu ölümler, manevi değerlerin alt üst olmasına sebebiyet vermiştir. Varoluşçuluk genel itibariyle yukarıda saydığımız durumlardan ötürü felsefi bir arayışın neticesinde doğmuş bir akımdır. Varoluşçuluk temelde “kötümser”, “karamsar” bir felsefe akımıdır. Bu karamsarlığın kaynak noktası 17. Yüzyıl filozofu Pascal’ın; “ Tasa biz insanların varlığına ayrılmaz şekilde bağlıdır.” Sözüne dayanır. 18. Yüzyılda Sören Kirkegard sistematize etmiş ardından Karl Jaspers, Martin Heidegger gibi Alman filozoflar geliştirmişlerdir. Heidegger insanı kastederek ; “ dünyaya neden geldiğimizi bilmeden gelmişizdir.” der.[3] Bu ifade insanı sıkıntılı ve karamsar bir ruh haline yiter. Bunun için Heidegger, “sıkıntı ve karamsarlıktan kurtulabilmek için insanın özgür olduğu bilincine ulaşması ve böyle davranması gerekir.” der. Heidegger varoluşu bir anlam çerçevesine sığdıramaz, varoluşu; köklü bir anlamsızlık olarak niteler ve insanın buna rağmen hayatına kendisinin anlam vereceğini düşünür. Bu düşünce Heidegger’i Tanrı tanımazlığa kadar götürür. Karl Jaspers ise varoluş felsefesinde Heidegger’in tersine dinsel inançlara açık kapı bırakmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere varoluşçuları dine yakın ve Tanrı tanımaz varoluşçular olarak iki cepheye ayırabiliriz.
 
1.      Dine Bağlı Varoluşçuluk;
 
Ünlü filozofları Sören Kierkegaard ve Gabriel Marcel’dir. Kierkegaard; Allah’ın bir fikir değil kendisine bağlanılan ve yaşanan bir varlık olduğunu ifade eder. Allah’ı inkâr etmek bir hafilik; inkârını ispat etmeye çalışmak ise küfürdür. Hakikat hürriyetimizin hareketidir. Lakin biz bu seçimi aklın önderliğiyle yapamayız. Bu bilinmeyene doğru şuursuz bir hamledir. Bunu yaptıran sonsuzluk, yani iman, Allah’ın ihtirasıdır. Ancak Allah’ sığınmak suretiyle hayatın çelişmelerinden kurtulabiliriz.
Gabriel Marcel ise, dinî varoluşçuluğu daha sistemli bir halde ifade etmiştir. Ona göre; Varoluş, daima seçmek suretiyle kendi kendini yapmaktadır. “Kendi kendini yapan insanın bu atılışındaki hedef, Sartre’in dediği gibi hiçlik değildir, daha fazlaya, daha yüceye yani Tanrı’ya gidiştir. Biz Tanrı’ya akıl ile yaklaşamayız, bu yürüyüş içgüdünün, hayatın yürüyüşüdür. İmana ulaşmak için ahlaki bir hazırlığa ve ondan doğacak seçime ihtiyaç vardır. Hür seçimi yalnızca imanla yaparız”. Der.
 
2.      Tanrı tanımaz Varoluşçuluk
 
Başlıca filozofları Alman Martin Heidegger, Jean Paul Sartre… dır.
Tanrı tanımaz varoluşçular bazı noktalarda Hıristiyan fikriyle birleşse de, yaşamanın gayesi, ümitsizlik, bunalım gibi konularda onlardan ayrılırlar. 
Fransa’da kimi yazarlar yukarıda da bahsettiğimiz bunalım, karamsarlık, kötümserlik gibi kavramlar ve modern toplumlardaki insanın yalnızlığı, sorumluluğu, özgürlüğü gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı ile sunarlar. Bu fikirler ve yazılar dönem olarak iki büyük savaşın ardından ortaya çıkmıştır. Yani bir bunalım dönemine denk düşmektedir. Varoluşçuluk, bunalım dönemlerinde kendini duyuran bir umutsuzluk haykırışıdır.[4] Bu görüşün, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm değerleri alt üst etmesinin yeşertip boy attırdığı Jean-Paul Sartre’in felsefesi için geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu, o yıllarda varoluşçuluğun neden Fransa’da öteki batı ülkelerindekilere karşılaştırılamayacak ölçüde çok taraftar topladığını açıklayamaz. Burada, felsefeyi bilimsel kitaplardan çıkarıp kahvehanelere götüren, sokağa indiren Sartre’ in kişiliği ile çarpıcı anlatım biçiminin payı yadsınamaz; ama bir başka önemli etkenin de, yüzyıllar boyu dünyanın bölüşülmesinde sözünü dinleten, uluslar arası siyasete yön veren en büyük üç dört askeri güçten biri olan Fransa’nın birinci büyük savaştan sonra giderek eski ağırlığını yitirdiğinin açığa çıkmasının, 1940'lar da en büyüklerin en küçüğü durumuna düşmesinin, önemli konularda artık kendisine danışılmayan bir ülke durumuna gelmesinin o toplumda yarattığı ortam olabileceği düşünülebilir.
 Varoluşçulukta “insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği, zaman ve tarihselliği, ölüme mahkûm bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu ve bu insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı, tutumu gibi sorular söz konusudur.
Bireyin nesnelleştiği, öznellikten uzaklaştığı düşüncesinde olan varoluşçular özellikle sanayi çağı sonrası makinelerin egemenliği altından insanın tıpkı o aletin bir parçası, bir vidası haline geldiğini savunurlar. Bu tekdüze biçilmiş makineleşmiş hayatın bir parçası olmak özneyi kaybetmek anlamına gelir. Bu bakımdan varoluşçuluk her şeyden önce bireyin yani insanın inşası anlamına gelir. Varoluşçuluk bireyin benliğini çiğneyen baskıya başkaldırmayı öngörür. “Varoluşçu filozof-yazarlardan Albert Camus bu felsefenin başkaldırı boyutunu başarıyla temsil eder. Bireyi ana gerçek sayıp toplumu horlayan Kierkegard bireyin nesne değil özneleşmesi için duyduğu kaygıyı dile getirir. Fakat bu özne doğanın ya da Tanrı’nın kendisine verdikleriyle yetinen özne değildir. O kendisini inşa etmek, gerçekleştirmek zorunda olan bir var olandır. Jaspers de bireyin devlet tarafından yutulmasına karşıdır. Devlet bireyin her türlü özgürlüğüne karışır. Bu bakımdan varoluşun arka planında özgürlük ve başkaldırı vardır. Sartre insanın kendisini nasıl kurarsa öyle olacağından söz eder. Bu özel seçim aynı zamanda sorumluluğu da beraberinde getirir”.[5]
Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık insandır ve insandan başka tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır. Daha açık bir deyişle, ağaç ağaçlığını kendi yapmaz, ama insan insanlığını kendi yapar ve nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan yaşamaya başlamadan önce yaşam yoktur. Yaşama anlam veren yaşayan insandır. Doğada insana yol gösterecek kendinden başka hiçbir şey yoktur. Buna göre, insan özgürdür, yaşamını hangi biçimde isterse çizebilir. İnsan kendi sorumluluğunu yüklenebildiği kadar özgürdür. Dış dünyada hayvanlar çevrelerinden haberdardır yani, çevrelerini gözlemler ve olaylara içgüdüsel olarak tepkiler verebilir. Ancak bu durumdan haberdar değildirler. İnsanlar ise haberdar olduğundan da haberdardır. Doğmuş olduğumuzu, öleceğimizi biliriz. Ölümün kaçınılmaz olması yokluk ve hiçlik duygusunu insanını zihninde canlandırır. Bunun neticesinde bir bunalım insanı doyumlu ve anlamlı bir şekilde yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Böylece varoluşçu öğreti her insanın varlığına sahip çıkmasının, tüm sorumluluğu kendi omuzlarına almasının özgür yaşamın gerekliliği olarak görür. Örneğin ergenlik çağının bunalımlarını yaşan bir genç “ Ben kendi isteğimle dünyaya gelmedim ki” diyerek isyan ettiğinde bir gerçeği ( kendine göre) ortaya koyar. Varoluşçu görüş açısından bu gerçeğin bir ehemmiyeti yoktur. Değeri olmayan bir tepki olarak kalır. Dünyaya gelişinde kendi isteği sorulmamış olsa da gencin bir kere dünyaya geldikten sonra varlığı ile ne yapacağının sorumluluğu kendisine aittir.
Varoluşçu düşünceye göre insanın kendi sorumluluğunu yüklenmesinin onu özgürleştireceğini anlatmaktadır. Ne var ki bu özgürlüğünde, yani bir insanının ne olup ne yapabileceğinin de bazı sınırları vardır. En önemli sınır herhalde insanın içine atıldığı varoluş alanıdır. Yani insanın kendini içinde bulunduğu dünya onun alınyazısını da belirler. Otantik bir yaşam sürdürebilmek için bu alın yazısına uymak zorunluluğundadır. Örneğin eğer bir insan kadın olarak doğmuş ise var olduğu alan bir erkeğinki ile aynı olmayacaktır. Bir kadın olma gerçeği var oluş olanaklarının neler olabileceğini de tanımlar. Eğer bu kadın bu olanakları reddeder ve örneğin bir erkek gibi davranmak isterse otantik olmayan bir varoluş biçimini seçmiş olur. Otantik olamamanın cezası, suçluluk duygulardır. Otantik öz ancak insanının bu var oluş alanının tanımlanması ile yaratılabilir. Otantik olmayan öz ise kendi alanına kapalı kalma sonucu ortaya çıkar ki bu durum var oluşun zayıf düşmesine yol açar. Böylece bir kişi dünyasında özerk olamaz, kendi var oluş alanından ayırmış ve sorumluluğunu kendine yabancı olan güçlere bırakmıştır.
Varoluşçuluk soyut kavramlardan uzak duran öz (cevher) ile ilgilenmeyen, var olan şeyle ilgilenen bir felsefe akımıdır. Varoluş psikolojisinin temel kavramı Dasein’dir. Dasein Alman filozof Heidegger tarafından kullanılmıştır. Anlamı ise da: var, sein: olmak dilimize yerleşmiş biçimi ise varoluştur.
“Varoluşçuluk insan davranışının nedenlerini açıklamak yerine içinde bulunulan anda duyulanları anlamaya çalışır. Bu açıdan dünyanın iki boyutu vardır. Bunlar; yer ve zamandır. Ancak varoluşçular bu iki kavramı fiziksel manalarından farklı kullanırlar. Varoluşun yer boyutunda insanın evren ile beraberliğinde uzaklık ya da yakınlık duyması söz konusudur; her hangi bir şey ile birlikte var olurken bir uzaklık ya da yakınlık duygusu daima vardır. İnsan aynı zamanda zamanı tüketir. Bunu yaparken zamanı bir geçmiş ( var olmuş olmak), bir şimdiki (birlikte olmak), bir gelecek ( kendinden ötede var olmak) olarak algılar. Bu saydığımız üç zaman dilimini bir birinden ayırmak mümkün değildir.”[6]
Kierkegaard’a göre varoluş, insanın gerçekleşmemiş iç varlığıdır. Varoluş tümüyle bilinemez. Özgürlük ise sonsuz sayıda olanaklar arasında, kişinin tek birini seçmesidir. Bu seçimden kendisi sorumludur. Çünkü insan kendi kendini yaratan tek varlıktır.
Jasper’e göre varoluş, tümüyle bilinemez. Yalnız o, kahramanca bir iş, ölüm, suç vb. gibi anlarda aydınlanabilir. Varoluş, amaçtır ve ölmesini bilmektir. Varoluşun kökleri Tanrı’dan gelmektedir.
Heiddeger’e göre varoluş, iki biçimde ele alınır. Gerçek varoluş, özgürlük deneyiyle belirgindir, insanın özgür olduğunu ve böylece kendi yazgısını kendi eliyle çizmeye kalkışı ile ortaya koyar; gerçek olmaya varoluş, insan topluluklarının varlığında ortaya çıkar, çünkü bu insan toplulukları bunalımdan kaçarlar ve genel görüşlere inanırlar.
İnsan, dünyaya bırakılmışlığıyla, ölüme adanmış durumdadır. Yaşamaktadır, öyleyse ölmesi gerekir. Yaşaya yaşaya bitirecektir varoluşunu. Gerçekte o her zaman yaşamak ister ancak bunu gerçekleştiremez. Ölümsüzlük yoktur. Varoluş, yaşam boyunca, yani yeni doğmakla ölmek arasında yer alır.
Varoluşçuluk akımının yazınsal alanda en büyük temsilcisi olarak kabul edebileceğimiz Sartre’in varoluşçulukla ilgili metinlerinden hareketle bu felsefenin temel ilkelerini şu şekilde sıralayabiliriz.
1.       Varoluş Öz’den Önce Gelir
2.       Sınırsız özgürlük
3.       Sorumluluk
4.       İç sıkıntısı
1. Varoluş Öz’den Önce Gelir
 
Varoluşçuluğun ana fikri “ Var olma, özden önce gelir” fikridir. Öz, türlü şekillere ve görünüşlere bürünmesi mümkün olan bir şeydir. Bu, kişinin hür iradesiyle seçtiği varoluş sayesinde gerçekleşir.
Daha iyi anlayabilmek için ilk olarak özün, varoluştan önce geldiğine örnek verelim; bir sandalye alalım. Marangoz (zanaatçı) bu sandalyeyi zihninde ki bir kavramın ilhamı ile yapar. Yaptığı nesnenin neye yarayacağını bilir. Bunu bilmeyen biz zanaatçı düşünülemez. Anlaşılacağı üzere bu sandalyenin yapılma fikri varoluşundan öncedir. Burada özün varoluştan önce geldiğini görmekteyiz.
Hâlbuki varoluşçular özü değil de var olanı yani insanı esas alır. Böylelikle onun Tanrı tarafından yaratıldığı inancına sırtlarını dönerler. Onlar sadece varoluşun özden önce geldiğini savunurlar. Bu düşünceye göre “ insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur.” Varoluş bir son değil başlangıcı ifade eder. Yukarıda da bahsedildiği gibi özün varlığı inşa etmesini isteyen gelenekçi, dinsel düşüncenin dayandığı paradigma ters çevrilecektir. Var olan kendisine bir öz inşa edecektir.  
   Sartre bu düşüncesini “Varoluşçuluğun Savunulması” adlı makalesinde şu şekilde özetler.
“Bunun anlamı şu; insanoğlu ilkin vardır, sonra şu ya da budur. Kısacası, insanoğlu kendi özünü eliyle yaratmak zorundadır; kişiliğini, dünya sahnesine atılarak, acı çekerek, kavga ederek yavaş yavaş belirler ve tanımlama sonuna dek açıktır; insanoğlu ölmeden, insanlık yok olmadan ne oldukları söylenemez”[7]  
 
Fakat bu o kadar kolay bir süreç değildir. Tanzim edilen hayat içinde birey olarak, kendini gerçekleştirmiş bir özne olarak varlığını ifade etme fırsatını bulamamaktadır. Böylece git gide kendi özgürlüğünden kopma noktasına geliyor. O kendisine dayatılan hayatı yaşamaya mahkûm oluyor. Kendi hayatını yaşama imkânı bulamıyor.
“İşte bu olumsuz tablo karşısında varoluşçuluk felsefesi sesini yükseltmiştir. Bu felsefenin getirdiği sınırsız öznellik, bireysellik, topluluk düşmanlığı, macera arzusu, dilediğini yapma özgürlüğü vb. gibi kitlelerin yığınlaşmasına karşı oluş bu çığlığın ayrıntılarıdır. O zaman Varoluş felsefesi şu sorunun cevabını arar: “ İnsanın kendi kendini yitirdikten sonra bütün dünyayı ele geçirmesi neye yarar? Bundan dolayı varoluş felsefesi bunalım felsefesi olmuştur.
Aslında bu felsefenin doğasında eski paradigmayı yıkıp yeni bir paradigma kurmak düşüncesi yoktur. Bu felsefe insanlara kendi başlarına kendi kararlarını verme şansı tanımak istiyor.”[8]
 
 
 
 
2.Sınırsız Özgürlük
 
Varoluşçu psikoloji insanın kendi sorumluluğunu yüklenmesinin onu özgürleştireceğini anlatmaktadır. Bu sorumluluk çerçevesinde İnsanın kendi başına verdiği kararlar ve bunların uygulamalarının faturası kendinedir. Onun özgürlüğü hiçbir egemen güç tarafından asla sınırlandırılmamalıdır.
İnsan var olmayı, kendini gerçekleştirmeyi sürdürdükçe hedeflerini de seçmeyi sürdürür. Bağımsız kararlar alma yeteneğini geliştirir. En başta kendisine dayatılan seçeneklere hayır diyebilme gücünü kendisinde bulabilmelidir. Bir bakıma kendisine bir kader çizme hakkını elde etmelidir. Buradan; insanlar kendi kaderlerini kendilerini tayin eder düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
“Sartre özgürlük kavramından söz ederken onun tek başına karar verebilme gücüne vurguda bulunur
                ‘ Biz bir işsizin özgür olduğunu söylerken, hoşuna giden şeyi yapabileceğini ve bir anda varlıklı, rahat bir kent soyluya dönüşebileceğini değil, yazgısına boyun eğmeyi ya da başkaldırmayı seçmekte özgür olduğunu anlatmak istiyoruz. İçinde bulunduğu yoksulluğu yok etmeye yetmez elbet. Ancak, kendisini yutan yoksulluğun içinden, kendi adına, başkaları adına, yeryüzündeki bütün yoksullara savaş açmayı seçebilir; yoksulluğun insanoğlunun yazgısı olmasına hayır demeyi seçebilir.’ ” [9]
 
3. Sorumluluk
 
“Sorumluluk, seçme mecburiyetinden ileri gelir. “ insan kendisini seçer.” Yani önceden var olduğuna göre kendini arar ve bulur. Nasıl bir insan olacağını, ne iş tutacağını, hangi ruh vasıflarını taşıyacağını tayin eder. Bir kişinin kendi kendini seçmesi, aynı zamanda diğer insanları da seçmesi demektir. Yani, olmak istediğimiz tipi yaratırken yalnız kendimizin değil başkalarının nasıl olmasını istediğimizi de belirtmiş oluruz. Örneğin evlenip çocuk sahibi olmuşsak, insanlara “ evlenin, çocuk sahibi olun” demek istemişizdir.”[10]
Sartre’a göre insan yaşadığı evrendeki her şeyden sorumludur. “ savaşı ben ilan etmişim gibi savaştan ben sorumluyum”. Gidişatı değiştirmek bir insanın elinde değildir fakat tavır alma hakkı elindedir.
 
5. İç Sıkıntısı
 
Sartre iç sıkıntısını bireyin yaptığı seçimde uğradığı yanılgının neticesi olarak algılar. Sıkıntının sebebi bireydir ve ona katlanmak zorunda olan da odur. Bulantı, tiksinme, saçma ve hiçlik iç sıkıntısının kaynağı olarak görür.
Varoluşçulara göre insanını iç sıkıntısı, bunaltısı; kendini yaratmak yani seçmek zorunda olmasından ve bu seçimi sağlayan hürriyetinden gelir. Kendini bir kanun koyucu yerine koyan insan bir sorumluluk altına girmiştir. Verdiği kararlar olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurma ihtimalindedir, böylelikle karar vermek zorunda olan herkes bir bunaltı yaşar. İnsan zaten tesadüfle dünyaya gelmiş, yalnız, umutsuz terk edilmiş bir yaratıktır diyerek düşüncelerini oraya koymuşlardır.
Dine bağlı varoluşçulukta; kişi hiçbir zaruret ve şart tanımadan hür olarak seçtiğine göre en iyisini seçiyor demektir. O halde seçimden sonra bunalıştan, ümitsizlikten kurtulmak icap eder. 
Tanrı tanımaz varoluşçulukta; Sartre’in düşüncesinde bu bunaltı ve ümitsizlik hiç bitmez. Varoluş kapısının sonsuza değil hiçliğe doğru açılmakta olduğunu düşünür. O halde hayal kurmak yerine insanın elinden geleni yapması gerekir. İnsanın ümit etmesi olmayan bir şeyi çağırması demektir. Sartre; “ İnsan hayatından başka bir şey değildir.” der ve insanın bir eylem olduğunu ifade eder.
 
 
 
 
Varoluşçuluk ve Edebiyat
 
Varoluşçuluk bir felsefe olarak geniş bir alana yayılamayacak ve kendini ifade edemeyecektir. Edebiyat ise bu felsefenin yayılması ve kendini ifade edebilmesi için çok önemli bir araç olmuştur. Özellikle Jean Paul Sartre ve arkadaşları varoluşçuluk düşüncesini romana, tiyatroya ve şiire geçirerek birden bire büyük bir ün kazanmıştır.
Varoluşçuluk esas ürünlerini roman, tiyatro ve deneme gibi nesir alanın da vermekle beraber. Şiiri ve diğer sanat dallarını da sarmıştır.
“Varoluşçuluk’ta felsefi roman kavramını Simone de Beauvoir şöyle açıklıyor;
“ Şimdiye kadar ki roman, hikaye ve tiyatrolarda bir edebi kişi psikolojik özellikleri ile anlatılıyordu. Biz onu, metafizik denen, yani bir kişinin bütün dünyaya karşı durumunu gösteren bütün özellikleri ile yaşatacağız. Ama insanlar ile dünya arasında ki münasebet, bir fikir münasebeti olmaktan çok, bir uğraşım, bir duygu, tek kelime iile canlı bir münasebettir. Biz eserlerimizde işte bunu vermek istiyoruz. Endişe, ölüm korkusu, isyan, hakikati arayış bir insanın asıl kişiliğini cimriliği ve korkaklığından daha iyi belirtir.
İyi yazılmış, iyi okunmuş bir felsefi roman, başka hiçbir edebi türün yapamayacağı ölçüde hayatı aydınlatır. Felsefi roman, romanın en yüksek, en mutlak nevidir. Çünkü insanların ve insancıl olayların dünya ile münasebetlerini tümel olarak sezmeğe çalışır. Sırf edebiyatın ve sırf felsefenin yapamayacağı şeyi o yapar.” ”[11]
 
Yalnız varoluşçu felsefi roman, diğer felsefi romanlardan ayrılır. Bu tür eserlerde bütün kişilerin müşterek özleri değil, her kişinin kendisine mahsus olan nitelikler anlatılır.
“Satre’in romanlarındaki kişilerin her bir ayrı bunalım, sıkıntı, hiçlik, boşluk, abeslik sanıcısı içindedirler. Bunlar hem kendilerini hem başkalarını tedirgin ederler. Kendi tiksintileri, bozuluşları dışında bir şey bilmezler. Onlar için başkaları cehennemdir. Aşk bile sıkıntıdır ve başarısızlık konusudur. Sevgili, kirli ve besinli bir yemek dolabıdır. Ama bu kişiler hürdürler. Bunalımlar içinde bir çıkış yolu ararlar.”[12]
 
Bizde Varoluşçuluk
Bizde varoluş pek etkili olamadı. Bunun en büyük nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasında ki yapı ayrılığıdır.
Yinede varoluşçuluk toplumumuzda belli ölçüde etkili olmuştur. Çünkü her toplum gibi bizim toplumlumuzda da öznelci tutumun, öznelci bakış açısının bir karşılığı vardır.
Mehmet Kaplan’ın, “Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1” adlı eserinde “Yunus Emre’ye Göre Zaman- Hayat ve Varoluş Mânası” başlıklı yazısı varoluş felsefi düşüncesinin bizde Yunus Emre’nin şiirlerinde bulunduğunu söylemiştir.
 


[1] Ali İhsan KOLCU, Edebiyat Kuramları, Salkımsöğüt Yayınevi, Ankara, 2008, s.254
[2] Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul,2007, s.8
[3] Ali İhsan KOLCU, Edebiyat Kuramları, Salkımsöğüt Yayınevi, Ankara, 2008, s.254
[4]  Ekrem AKSOY, Türk Dili Yazın Akımları Özel Sayısı, TDK Yayınları, Ankara, 2004, s.316
[5]  Ali İhsan KOLCU, Edebiyat Kuramları, Salkımsöğüt Yayınevi, Ankara, 2008, s.255
 
[6] Ekrem AKSOY, Türk Dili Yazın Akımları Özel Sayısı, TDK Yayınları, Ankara, 2004, s.317
[7] Jean-Paul Sartre, “ Varoluşçuluğun Savunulması”, Türk Dili Yazın Akımları Özel Sayısı, s. 322
[8] Ali İhsan KOLCU, Edebiyat Kuramları, Salkımsöğüt Yayınevi, Ankara, 2008, s.260
[9] Ali İhsan KOLCU, Edebiyat Kuramları, Salkımsöğüt Yayınevi, Ankara, 2008, s.260-261
[10] Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı Cilt 2, Türk Edebiyatı Yayınları, İstanbul, s. 398
[11] Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı Cilt 2, İstanbul, s.402
[12] Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı Cilt 2, İstanbul, s.404
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bugün 8780 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol